26 Şubat Pazar günü Newcastle United ve Manchester United arasında Wembley Stadı’nda Carabao Cup yani daha alışık olduğumuz adıyla İngiltere Lig Kupası finali oynanacak. Mercek altına alacağımız karşılaşmanın siyah-beyaz tarafı için belki de bu final, yeni sahipleri ve Eddie Howe ile başlayan bambaşka bir dönemin ilk meyvesinin alındığı gün olacak. Olur mu bilinmez ancak tam 24 yıl önce Newcastle United en son bir final için Wembley çimlerine adım attığında güzel ve yeni bir dönemin başlangıcı değil, Kevin Keegan’ın inşa ettiği “The Entertainers” döneminin son perdesiydi.
Şubat 92’de düşmeye oynayan bir ikinci lig takımı olan Newcastle United’ın başına geçen King Kev, son maçta alınan galibiyetle ligde kalmış ve 1992-93 sezonuna art arda alınan yedi galibiyetle başlayıp takımını rahat bir şekilde Premier League’e çıkarmıştı. Artık toplamda üç sezon sürecek olan şov başlıyordu. Bu üç sezonda 215 gol atıp 125 gol yiyen takım taraftarı olmayan futbolseverleri bile kendine çekiyordu. Henüz yabancı futbolcu fikrine tam alışamamış ve ezbere dizilişlerle oynayan İngiliz kulüpleri arasında yüksek yetenek skalası olan bir takım haline gelen Newcastle, bu dönemde Barcelona’yı St. James Park’tan Asprilla’nın hat-trickiyle üç golle uğurladığı ve Sir Alex önderliğindeki United’ı Philippe Albert’in ikonik aşırtmasıyla 5-0 yendiği maçlar başta olmak üzere güzel hatırlanacak bir çok anıya imza attı.
1997 yılının Ocak ayında, her şey iyi giderken birden Kevin Keegan görevi bıraktı. Bugün bile bu durum bir sır perdesinin ardında; kimi iddialara göre King Kev artık işinden keyif almıyordu, kimilerine göre ise Mike Ashley ile finansal konularda ters düşmüşlerdi. Tabi ki yerine daha aşağı bir profil gelmesi beklenemezdi, Sir Kenny Dalglish kapıdan içeri adım attı ve Blackburn Rovers ile şampiyon olurkenki en büyük yardımcısını da bir telefonla beraberinde getirdi, Alan Shearer. Magpies 1996-97 sezonunu da hem kalan miras, hem Shearer sayesinde 2. bitirdi.
1997-98 sezonunda ise takımın artık pek de “eğlendirici” bir yönü kalmamış, Les Ferdinand, David Ginola, Peter Beardsley gemiyi terk etmişti. Aslında sonradan St. James Park koridorlarında iz bırakacak Shay Given, Niko Dabizas, Andy Griffin ve Gary Speed takıma katılmışlardı ama o hava yoktu. Tabi bu isimlerin yanında Sir Dalglish’in “eski dost”ları Ian Rush, Stuart Pearce ve John Barnes da Saksağanlar’a katılmışlardı. Bu işler nasıl olur bilirsiniz. Başarılı takımın iskeletinden kalanlar, yeni yetenekler ve eski tüfekler. Aslında kendi ekosistemimizden hatırlıyoruz bu denklemi. Nitekim dört sezon istikrarlı bir şekilde yukarılara oynayan Newcastle o yılı 13. bitirdi. Tadı tuzu kalmamış takım sonraki sezona da kötü başlayınca Sir Kenny Dalglish’e teşekkür edildi ve Ruud Gullit’le el sıkışıldı.
Gullit, Chelsea’den pek de iyi ayrılmamıştı aslında. Bu imajı silmeyi kendine amaç edinmiş olacak ki, imza töreninde takıma “sexy” futbol oynatacağını vaad etti. Ancak sonuç sadece bir 13.lük daha oldu. Transferler ise Keegan’ın ayrılmasıyla başlayan kaotik sürece yakışır şekildeydi, en çok dikkati çekenler ise; bir efsane Faustino Asprilla’nın gidişi, bir efsane Nolberto Solano’nun gelişiydi. Bir daha ismini neredeyse hiç duymayacağımız Silvio Maric’e dönemin şartlarında yaklaşık 5,8 milyon avro verilmesi ise bugün bile absürt. Sezonun tesellisi yazımıza da konu olan FA Cup’ta çıkılan final oldu ancak yarı finalde uzatmaya giden Tottenham maçında hakemin Dabizas’ın elle oynamasını görmemesi de şans perilerinin Newcastle adına çalıştığının kanıtıydı.
Tesadüfe bakın ki; 24 yıl önce, 22 Mayıs 1999’da oynanan finalde rakip günümüzde olduğu gibi Manchester United’tı. Bir cümle önce andığımız şans perileri yine iş başındaydı çünkü United şu an ne kadar tam kadro ise o gün de o kadar eksikti. Jaap Stam sakatlığı yeni atlatmış, Henning Berg ise sakattı. O sezon çok çok nadir beraber gözüken Johnsen-May tandemi ile bir finale çıkılacaktı. Dennis Irwin cezalı; David Beckham, Gary Neville ve Paul Scholes da maç günü dahi hastaydılar. Üstüne üstlük dört gün sonra da şu anda doğum tarihi 1999 sonrası olanların bile çok iyi bildiği, Bayern Münih ile karşılacakları epik Şampiyonlar Ligi finali oynanacaktı. Tabloya bakıldığında şans Newcastle’dan yanaydı ama orda da bir huzursuzluk hakimdi. Rob Lee oynamayacağını düşündüğünü açıklarken, oynayacağını düşünen sağ bek Warren Barton maça 20 yaşındaki Andy Griffin’in arkasında kulübede başlıyordu. Kalede ise Steve Harper’ın mı yok Shay Given’ın mı oynayacağı maç gününe kadar belli olmadı. Alen Shearer’ın yanında sezon başında büyük bir meblağ ile takıma katılan “Big Dunc” Ferguson’ın mı yoksa Gullit’in çok değer verdiği Ketsbaia’nın mı oynayacağı ayrı bir muamma idi, başlangıç seramonisinde sahada Ketsbaia vardı.
United için saydığımız tüm olumsuzluklara bir de maçın başında sakatlık eklendi. Dört gün sonraki bir diğer finalde cezalı olan Scholes-Keane ikilisinin 90 dakika oynamasına kesin gözle bakılırken, Roy Keane 9. dakikada sakatlandı. Bayern maçı düşünülerek Nicky Butt da kadroda olmayınca, oyuna giren Teddy Sheringam ileri uca, Solskjaer sağ kanada, Beckham da sağ içe geçiyordu. Tabi ki bu olumsuz durum bir Sheringam klasiğine dönüştü ve yaklaşık iki dakika sonra İngiliz golcü topu ağlarla buluşturdu. Sonraları Liverpool’da da yıllarca benzer rolde izleyeceğimiz Dietmar Hamann uzaktan şutlarla Schmeichel’ı yoklasa da ilk yarı United’ın üstünlüğü ile 1-0 bitiyordu.
İkinci yarı başlamadan içeride yaşanan enstantane ise Ruud Gullit’in neden hiç bir takımda teknik direktör olarak uzun süre kalamadığını ve Terek Grozny’e kadar uzanan bir yolculuğu olduğunu anlatıyordu. Zar zor yürüyebilen Hamann değişmek istediğini söyleyince Gullit tarafından yeterince azimli ve adanmış olmamakla suçlanmış, iyi oynayan Solano’ya çıkacağı söylenmiş, Hamann çıkınca Solano duştan geri çağırılmıştı. Asıl amaç ise Shearer’ı takımdan göndermek, Duncan Ferguson’ı parlatmak ve bu durumu normalleştirmekti. Gullit sene içerisinde Shearer’ın yüzüne hayatında gördüğü en abartılmış futbolcu olduğunu da söylemişti. Sonraları verdiği bir röportajda ise Steve Harper o günlerden “Futbol böyledir. Tüm bu kaosa rağmen Ruud o finali kazansaydı belki de St. James Park’da bir tribüne adı verilecekti.” şeklinde bahsediyordu.
Tüm bu karmaşada tabi ki işlerin Newcastle için iyiye gitmesi beklenemezdi. Nitekim ikinci yarının başlarında United Scholes’un ayağından bir gol daha buluyor ve o meşhur üçlemenin birine çentik atıyordu. Bu maç tabi ki sadece siyah-beyazlı taraftaki çatışmalarla yorumlanamaz çünkü Manchester United o yıl Premier League, FA Cup ve Şampiyonlar Ligi’nde toplam 59 maç oynadı ve sadece hepsi ligde olmak üzere üç defa yenildi. Maç öncesi Newcastle şanslı gözükse de United o yıl en karşılaşılmayacak rakipti belki de.
Saksağanlar sonraki yıllarda özellikle Sir Bobby Robson liderliğinde kıpırdansalar da hiçbir şey aynı olmadı. Sürekli istikrar arayan bir takım görüntüsünde oldular, Sir Robson haricinde bir süre Rafa Benitez ile de bu istikrarı yakaladılar ancak hatırlatmak gerekir ki bu süreçte iki defa da küme düştüler. O zamanın aksine günümüzdeki Newcastle umut vaad ediyor. Petrol sermayesinin uğradığı bir çok takımın aksine fazla isimli bir hoca ve son kârlı kontratını yapmak isteyen yıldızlara yönelmediler. Chelsea’ye Damien Duff’ı alan zihniyeti Malaga’ya Ruud van Nistelrooy’u alan zihniyete tercih ettiler. Kim bilir; nasıl ki Ruud Gullit’in bir devre arası konuşması bir dönemin kapanışı ise, Eddie Howe’ın maç önü konuşması da başka bir dönemin açılışı olur.
Opmerkingen