Arama Sonuçları
Boş arama ile 1250 sonuç bulundu
- EuroBasket'de Çeyrek Final Eşleşmeleri #2
Değerli Linesman okurları, EuroBasket 2022 çeyrek final ayağının ikinci gününü ele alacağımız yazımıza hoş geldiniz. Yine sürprizlerle dolu bir günü geride bıraktık. Keyifli okumalar! FRANSA 93-85 İTALYA Günün ilk çeyrek final maçında Fransa, uzatma sonunda İtalya’yı 93-85 yenerek Slovenya’yı eleyen Polonya ile finale çıkmak için mücadele etmeye hak kazandı. Fransa yine rakibinin kaçırdığı kritik serbest atışların üzerine maçı uzatmaya götürdü ve maçı kazandı. Yine Türkiye maçındaki gibi maça güçlü giren Fransa, ilk çeyreği 27-20, ilk yarıyı 38-31 önde bitirdi. Fransızlar yine 3. çeyrekte tökezledi ve Spissu-Fontecchio ikilisinin sürüklediği İtalya, 3. periyotta tam 31 sayı bularak son çeyreğe 62-56 önde girdi. Son çeyrekte iki takımda skor üretmede zorlanarak başladı. Heurtel’le bir ivme yakalayan Fransa, farkı yavaş yavaş kapattı ancak Fontecchio İtalya’yı kendine getiren sayılar buldu. Son dakikaya girilirken 4 sayı önde olan İtalya, serbest atışlardan maçı verdi. Önce Tarpey farkı 2’ye indirdi, sonra da maçın yıldızlarından Fontecchio aynı Cedi Osman gibi çizgiden 2’de 0 attı ve dönüşünde Fransa skoru eşitleyip maçı uzattı. Uzatmada da iyice dağılan İtalya’ya acımayan Fransızlar, Polonya’nın rakibi oldu ve kötü başladıkları turnuvada bir anda şampiyonluğun en güçlü adayı oldular desek yeridir. SLOVENYA 87-90 POLONYA Günün ve çeyrek final mücadelelerin son maçında Slovenya ve Polonya karşı karşıya geldi. İnkar etmeye gerek yok, herkes Giannis ve Jokic'in gidişinin ardından Doncic turnuvayı bir kez daha alır diye düşünüyordu ama öyle olmadı. Bırakın kupayı, çeyrek finali geçemediler. Polonya, ortaya oyun koyarak eşleşmenin galibi oldu. Polonya, 2. çeyrekte farkı 19 sayıya çıkardı. Slovenya bu farkı 3. çeyrekte eritti ama hala 1 sayı geridelerdi. İşte bu noktada Luka Donic'in oyundan atılması oyunu etkiledi. 4. çeyrekte Dragic ve Cancar önderliğinde mücadele eden Slovenya, 3 sayı farkla mağlup oldu. Polonya kısmında ise Ponitka, inanılmaz bir maç çıkardı. 29 yaşındaki oyuncu ülkesi adına güzel bir turnuva geçiriyor. Tabi Ponitka'nın yanında 35 yaşındaki A.J. Slaughter takımı bir lider gibi yönetiyor. Özellikle oyunu kurma ve kontrol etme özelliğini 35'inde parlatması inanılmaz. Polonya, yarı finalde Fransa ile karşı karşıya gelecek. Değerli okurlarımız, bir yazımızın daha sonuna geldiniz. Okuduğunuz için teşekkür ederiz. Linesman’la kalın!
- Almanları Arka Bahçesinde Yenen İtalyan
Seneler 1992 yılını gösterdiğinde Alfa Romeo, Superturismo kupasını perçinlemiş ve yeni bir hedefe yelken açmıştı: DTM! Malumunuz DTM 1990'lı yıllarda Avrupa'nın en ünlü serilerinden biriydi. 1993 yılına girdiğimizde DTM radikal değişikliklere izin verdi, bu sayede rekabet daha da artacaktı. Değiştirilmesine izin verilmeyen bazı kült kurallar da vardı tabi ki. Bunlar motor hacmi ve motor bloğunda kullanılan malzeme. 1993 yılında D1 sınıfı için getirilen yeni bir kural ile birlikte motorlar maksimum altı silindir ve 2,5 litre kapasiteyle sınırlandırıldı. Giorgio Pianta'nın idaresi altında, Alfa Corse ekibi, 155 üretim modelinin monoblok yapıya ve alüminyum silindir kapağına sahip 2.5 litrelik V6 motorunu temel alan gerçek bir safkan yarış tasarladı ve inşa etti. Diğer her şey değişti ve 155 2.5 V6 TI efsanesi doğdu. Motor, araca dört tekerlekten çekiş sağlamak için uzunlamasına bir konuma çevrildi. Yeni bir magnezyum karter altı vitesli şanzımanı, ön diferansiyel ve merkezi episiklik diferansiyeli barındırıyordu (tahrik torku dağılımı öne %33 ve arkaya %67). Arabada titanyum giriş valfleri, kuru karter yağlaması ve elektronik bir sistem vardı. Emisyonları kontrol etmek için iki üç yollu katalitik konvertör ile iletişim kurdu. Motor sadece 110 kg ağırlığındaydı ve 11.800 rpm'de 420 hp üretti. Kısmen karbon fiber gövdesi sayesinde otomobil sadece 1040 kg ağırlığındaydı. 1993 yılının 4 Nisan'ı yağmurlu bir pazar günü, sezonun açılış yarışında Alfa Corse pilotu Nicola Larnini poleden başlayacak, hemen ardında bir Alman klası olan Mercedes'in pilotu Bernard Schneider 11 numaralı aracıyla galibiyet için savaşmaya hazırdı adeta. O yıl Alfa'nın asıl rakibi olacak Roland Asch ise 5. sıradan kalkacaktı. Yarış saati geldi çattı Alfa Romeo kullanan araçlar adeta Almanları arka bahçesinde perişan etti ve Larnini poleden başladığı yağmurlu, kasvetli yarışı kazanarak adeta gövde gösterisi yaptı. Nicola Larini, Nürburgring'de (üç kez), Wunstorf ve Norisring'de (iki kez) tekrar kazandı. Donington (şampiyonluk dışı etkinlik), Diepholz ve Singen... Yol boyunca diğer olağanüstü podyum performanslarının da yardımıyla Larini, sezonu AMG-Mercedes 190E ile 206 puanlı Roland Asch'ın 261 puanla önünde tamamladı. Ancak 155, Nannini'nin Hockenheim'daki son iki turda podyumun zirvesine çıktığı, Danner'ın Donington'da bir şampiyona dışı etkinlikte bir tur kazandığı üç zafer daha aldı. Alfa Romeo garajının efsanevi sürücüsü Giorgio Francia, Wunstorf'ta ikinci oldu, Hockenheim'da iki kez Nannini'yi ikinci bitirdi ve Singen'de üçüncü oldu. Toplamda, 155 2.5 V6 TI 20 yarıştan 12'sini kazandı 1993 Deutsche Tourenwagen Meisterschaft'ta.
- Süper Lig Panorama
Süper Lig’in bitmesine yaklaşık 2-2,5 ay gibi bir süre kaldı. Geride bıraktığımız 23 haftanın verileriyle, ligde şu anki duruma bir göz atalım istedik. Takım Verileri Lig Sıralaması Olasılıkları Opta, her sene olduğu gibi bu sene de liglerdeki takımların gösterdiği performanslara göre bir tablo hazırlamış. Aşağıdaki tabloda takımların ligi hangi sıralamada bitireceğinin ihtimalleri yer alıyor. Bu tabloya göre ligi şampiyon bitirmesi en kuvvetli aday %77,1 ile Galatasaray olurken, ligi sonuncu bitirme ihtimali en yüksek takım %45,9 ile Ümraniyespor. Bu tablo oluşturulurken takımların oynadıkları oyuna bağlı olarak elde ettiği sonuçlar, oyuncu kadrosunun kalite düzeyi gibi çeşitli faktörlerin bu tabloyu etkilediğini söylemek gerekiyor. Ligin bana kalırsa en dikkat çeken detayı 3,4 ve 5. sıralar için verilen ihtimaller. Üçüncülük için en kuvvetli aday Başakşehir olarak görünse de oyun olarak kendini toparlamaya başlayan Beşiktaş’ın da oranın gelecek haftalarda artacağını düşünüyorum. Dördüncülük için baktığımızda ise takımlara aşağı yukarı aynı şansın tanındığını görüyoruz. Burada bu şansı kaybedebilecek takımsa geçtiğimiz gün Abdullah Avcı ile yollarını ayıran Trabzonspor. Geçtiğimiz senelerin şampiyon takımlarının bu sezon neredeyse her ligde sallandığını gördük ama Trabzonspor’un ki ayrıca dikkat çeken bir olay oldu. Abdullah Avcı'nın topa sahip olma felsefesi belki de kalite olarak rakiplere göre geride olmanın getirdiği dezavantajla birlikte takımın ligi kötü bir sıralamada bitirmesine neden olacak gibi duruyor. Üretilen Gol Beklentisi (xG) Takımların geçtiğimiz 23 haftada ürettikleri gol beklentilerine bir göz atalım. Akan oyunda en çok xG üreten takım Fenerbahçe olurken en üreten takım ise İstanbulspor oldu. Ürettikleri gol beklentisini en fazla aşan takım Karagümrük olurken, gol beklentisine kıyasla daha az skor üreten takım Konyaspor oldu. Duran toplara baktığımızda ise, en çok gol beklentisi yaratan takım Galatasaray, en az gol beklentisi yaratan takım Kasımpaşa oldu. Bu verilerde dikkat edilmesi gereken önemli hususlar var. Bunlar; şutun kalitesi ve oyuncunun bitiricilik meziyeti. Bu iki unsur da aslında takımların bütçesiyle doğru orantılı şeyler oluyor. Çünkü takım bütçesinin fazla olması demek, daha kaliteli oyuncuyu kadroya katmak demek. Bu da ister istemez girdiğiniz pozisyonları gole dönüştürmenizi etkiliyor. Tabii bu verileri sadece bu iki hususa endekslemek de doğru bir analiz olmayacaktır. Bu noktada takımların sahip olduğu kadroya ve rakibine göre oynadığı oyunun da bir faktör olduğunun altını çizmemiz gerek. Rakibe Verilen Gol Beklentisi (xG) Futbol bir hücum oyunu olduğu kadar da bir savunma oyunudur. Siz skor bulmaya çalışırken, bir yandan da gol yememeye gayret etmelisiniz. Bu tabloda ise takımların rakiplerine verdiği gol beklentilerini görüyoruz. Akan oyunda rakiplerine en fazla şans tanıyan takım Ümraniyespor, en az şans tanıyan takım ise Galatasaray oldu. Duran toplarda ise rakiplerine en fazla şansı veren takım İstanbulspor, en az şans veren takım Fenerbahçe oldu. Bu verileri de takımların savunma yapabilme becerisi üzerinden okumak gerekiyor. Yollar hep Roma’ya çıkıyor gibi görünebilir ama burada bana kalırsa temel faktör yine oyuncunun kendisi. Savunma oyuncusunun yaptığı kademe hatası, ofsaytı bozma, pozisyon hatası, birebir savunma hatası gibi faktörler, rakibin atağını şut ve dolayısıyla golle bitirmesine sebep olabiliyor. Alan Hâkimiyeti Takımların bölgelere göre topla oynama verilerine bakalım. Mavi bölgelerin takımların %55’ten daha fazla topa dokunduğu, kırmızı bölgelerin rakiplerinin %55’ten fazla topa dokunduğu bölgeler olduğunu söylememiz gerek. Buna göre bu grafiklerde dikkat çeken 2 takım var biri Fenerbahçe diğeri ise Giresunspor. Fenerbahçe’nin rakiplerine oranla daha fazla dominant olduğunu ve kendi yarı sahasında rakiplerine topla oynama şansı vermediğini görüyoruz. Tabii bunun en önemli faktörlerinden biri savunma çizgisini oldukça yükseğe çekmeleri. Öte yandan rakiplerine topla oynayacak sadece ceza alanı ve hemen önünü bırakmış olduklarını da görüyoruz. Giresunspor ise Fenerbahçe’nin tam tersi gibi duruyor. Topla oynamakta oldukça sıkıntı çektiklerini söyleyebiliriz. Topa sahip olabildikleri bölgenin sadece kendi ceza alanı ve çevresi olması takımın hücuma çıkışlarını oldukça zorlaştırıyor. Bu verilere göre dikkatimi çeken bazı noktalar var. Bunlar “Assist Zone” ve “Golden (Goal) Zone” bölgeleri. Kendi ceza sahasında asist bölgelerinde en az topla oynayan iki takım Giresunspor ve Trabzonspor. Aşağıda bölgeleri ve topla oynama oranlarını görebilirsiniz. %60 ve %63 gibi çok ciddi sayılara kadar düşmüş her iki takım. Bu sayıların günümüz futbolundaki önemi oldukça fazla keza atılan gollerin çoğunun asistinin bu bölgelerden geldiğini artık bilmeyen kalmadı. Her iki takımın da bu bölgelerde ciddi zafiyetinin olduğunu söylemek gerekiyor. Geçelim ofansif kısma. Takımlar arasında gol bölgesinde yani ‘Golden Zone’da en çok topla oynayan takım Galatasaray olmuş. Asist bölgelerinde ise Fenerbahçe %38, Galatasaray %40 ile en çok topa sahip olmuş takımlar olarak görünüyor. Bu iki takımın neden ligin zirvesinde yer aldığının kanıtlarından biri de bu. Rakiplerinin ceza alanında bu kadar aktif olabilen, gol pozisyonuna giren ve bunları gole dönüştüren takımlar doğal olarak galibiyeti hak ediyor. Buraya kısa bir not düşmek istiyorum. Adana Demirspor’un maçlarına biraz dikkat ederseniz, ceza alanında ve bölgesinde özellikle şut pozisyonlarında oyuncuların sürekli topu bir başka takım arkadaşına attığını görüyoruz. Yani ekstra pas yapıyorlar. Bu bölgelerde önemli olan nokta en kısa sürede, en iyi ihtimali yaratmak ve onu gole dönüştürmektir. Adana ekibinin birçok maçta sonuca daha kolay ve daha hızlı gidebilecekken, ekstra pas yaparak hem zaman hem de pozisyon kaybetmesi üzerinde düşünülmesi ve çalışması gereken bir durum diye düşünüyorum. Ligimizde bu haftaya kadar geçen serüvene Opta’nın yayınladığı veriler üzerinden göz attık. Okuduğunuz için teşekkür ederiz!
- EuroBasket'de Yarı Final Eşleşmeleri
Değerli Linesman okurları, EuroBasket 2022 yarı final mücadelelerini ele alacağımız yazımıza hoş geldiniz. Açıkçası iki keyifli mücadele izledik, Polonyalılar buna katılmayacaktır :) Daha fazla uzatmadan başlayalım. Keyifli okumalar! ALMANYA 91-96 İSPANYA İlk yarı final maçının galibi, turnuvaya gelirken beklentilerin düşük olduğu ve son zamanların en zayıf kadrolarından biriyle gelen İspanya oldu. Ev sahibi Almanya’nın masalı da burada bitti. İki takım da maça karşılıklı basketlerle başladı ve iki takımın gardları Schröder ve Lorenzo Brown ipleri ellerinden bırakmadılar. İspanyollar daha çok içeriyi, Almanlar ise daha çok şut odaklı oyunlar oynadılar. 2. çeyrek Schröder’in önderliğinde öne geçen Almanya, ilk yarıyı 51-46 önde bitirdi. 3. çeyrekte karşılıklı seriler oldu ancak İspanya bir türlü farkı tek topa indiremedi. Son çeyrekteyse işler tersine döndü ve Hernangomez kardeşler de Lorenzo Brown’a katılınca İspanyollar öne fırladı. Almanya cephesindeyse Franz Wagner’in -görece- sessiz kalması, Voigtmann’ın ve Lo’dan istenen katkıların gelmemesi Almanları paniğe ve mağlubiyete sürükledi. Son çeyrekte nefes kesen bir mücadele izledik ve Lorenzo Brown belki de kariyerinin en iyi maçını oynadı, bununla kalmayıp devşirilmesi üzerine olan eleştirileri de tek tek patlattı. 29 sayısının yanında takımı çok güzel yönetti ve İspanyollar finalde Fransa’nın rakibi oldu. POLONYA 54-95 FRANSA Öncelikle Polonya'yı tebrik etmek lazım. Her ne kadar son maçta 41 sayı fark yemiş olsalarda buraya kadar bile gelmeleri büyük bir sürprizdi. Turnuvanın "dark horse"u oldular diyebiliriz. Fakat maç özelinde gerçekten vasat bir performans gösterdiler. Fransa istediği her şeyi yaptı desek yeridir. Zaten genel istatistiklere baktığımız zaman Polonya'da çift hanede sayı atan bir isim yok. Fransa'nın aldığı 40 ribaund var, 40... Evet pota altında Gobert olabilir ama onunla beraber yan ana parçaları da savunamazsanız 41 sayı fark kaçınılmaz olur. Gobert'i bırak, Gobert'den daha fazla süre alan Moustapha Fall 10 ribaund. Savunma anlamında takım çok kötüydü. Fransa ise işleri istediği gibi yaptı. Değirmeni çok iyi çevirdiler ve hedefe ulaştılar. Tarihin en kötü Fransa'sı olarak konuşulan takım, finalde. Ayrıca kazanabilme olasılıkları da oldukça yüksek. Maç özelinde Yabusele çok ekstra oynadı, maçın MVP'si diyebiliriz bana kalırsa. Final maçında da Fransa takım halinde oynar ve herkesten katkı alırsa bir adım öne geçebilirler. Değerli okurlarımız, bir yazımızın daha sonuna geldiniz. Euro Basket serimizin son yazısı üçüncülük ve final mücadelelerinden sonra Pazartesi günü Linesman'de yer alacak, kaçırmayın. Okuduğunuz ve vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Linesman’la kalın!
- Liverpool'un Kötü Gidişatı
Liverpool tutkulu taraftarı geleneklerine bağlı olması başarılarla dolu bir mazi ile her zaman İngiliz futbolunun en önünde yer alan efsane kulüp. Son Şampiyonlar Ligi maçında biraz rahatlasa da Liverpool sezona iyi başlayamadı bence geçen sezonun sonunu da iyi getirememişti. Mane’nin Ayrılığı Liverpool’da işler ne yazık ki istenilen gibi gitmiyor. Geçen sezon kaybedilen Premier League ve Şampiyonlar Ligi'nden sonra bence en büyük kayıp Mane oldu. Salah iç transferinin uzun sürmesi işleri karıştırdı, Mane'ye sıra bile gelmedi. Darwin Nunez, Luis Diaz, Jota'yı da hesaba katarsak Mane istediği süreyi alamayacağını düşünüp gitmekte haklıydı. Ancak Liverpool’un ileri ucu belki de Avrupa’nın en iyi rotasyonuna sahip takımıyken bir anda gol atamayacak duruma geldi. Mane neden etkiliydi çünkü hem topu tutuyor, süratiyle çabuk kaleye gidebiliyor, top takibi harika yani dönen top denilen fırsat gollerini kaçırmıyor kısaca hem asist yapıyor, hem de gol atıyordu. Orta Saha Sorunu Prime dönemlerinde Mane-Salah-Firmino üçlüsü çok can yakıyordu. Mane diğer forvetlerin gol atmasına da katkı sağlayan net bir winnerdı. Ancak Liverpool’un tek sorunu bence Mane değil Kloop'un da kabul ettiği orta saha eksikliği birinci, ikinci ve üçüncü bölgeler arasında ciddi kopukluklara yol açıyor. Topu rakibe bırakmadan sürekli pres yapan bir takım için orta sahaların dinamo gibi çalışması gerekli ancak Liverpool bunu bir türlü yapamadı. Sakatlıklar mevcut oyuncuların form durumları orta saha ihtiyacını gün yüzüne çıkardı. Van Dijk ve Bekler Van Dijk’ın yakın geçmişte 8 ay süren sakatlığında Liverpool en son böyle şok yenilgiler almıştı. Bence Napoli yenilgisi şok bir yenilgiydi, Van Dijk performansını sorgulatıyor. Duran toplardan gol bulamaması, klasik uzun toplarını atmaması, belki en büyük ve etkileyici özelliği olan ilk müdahale sonrası takımı atağa çıkartıp hatta asist yapması gibi özelliklerini ne yazık ki bu sene göremedik. Yanındaki oyunculara uyum sağlayamadığı içinde bu soru ortaya çıkmış olabilir. Gelelim sağ ve sol beklere onlara sadece bek demek haksızlık olur, özellikle hücuma verdikleri katkı ile modern tabiriyle adeta kanat forvet görevini üstleniyorlar. Ancak Trent Alexander-Arnold ve Andrew Robertson'ın defans yönlerinin zayıf olması, bu sene orta sahaların zayıf olması Kloop’un başını ağrıtacak gibi. Peki önceden nasıl yapıyordu bu sistemi Kloop ve öğrencileri, bekler atağa çıktığında orta sahaların bekleştiği orta sahalar atağa çıktığında arkada süpürücü olarak Van Dijk'ın kaldığı ve önde presin yapıldığı tamamen hücuma yönelik harika bir sistem. Ön tarafta pres ne işe yarar veya gegepressing dediğimiz topu hemen alma Liverpool ve büyük takımların yaptığı bu pres rakibin uzun top atmasını engelleyerek aslında arka tarafta oluşacak boşlukları engeller. Bir örnek vereyim son Şampiyonlar Ligi finali orta sahada önde pres yapan iki Liverpoolu'yu Carvajal bir pası ile oyundan düşüyor, Casemiro topu çizgideki Valverde'ye atıyor onu karşılaması gereken kim, Robertson. Ama o hücuma çıkmıştı aynı pozisyonda, Henderson onun yerine veya en arkaya sağ beke kayabilirdi ancak özeti izlerseniz onunda bizim gibi pozisyonu izlediğini görebilirsiniz, sonrasında Van Dijk'ın yapmaya çalıştığı kötü müdahale Arnold’un topa bakması Vinicius'a golü rahatça attırdı. Özellikle bek oynayan veya defans oynayan oyunculara bende dahil olmak üzere çoğu antrenör topa bakmayın oyuncuya da bakın deriz. Çünkü golü izlediğinizde Arnold’un topu izlediği ve arkadaki oyuncuyu unuttuğu çok net. Bu da net bir şekilde defansif özelliğinin zayıf olduğunu gösteriyor. Kloop ne yapmalı? Yazıyı noktalarken Kloop’un ne yapmasına değinip noktalamak istedim. Bölgeler arası bağlantıyı güçlendirirse ve en iyi yaptıkları işi yapıp 1. bölgeden aldıkları topu 3. bölgeye taşıyıp özellikle modern futbolda asist zone dedikleri alana taşırlarsa zaten ceza sahasında takım çoğalabiliyor. Bunun bir çok örneği geçmişte var, beklerin eksiklerini söylerken Liverpool’a katkılarınıda hatta modern futbola katkılarını unutmayalım, bir bekin orta veya pas atıp diğer bekin gol atması bence futbol için harika bir olay bunun mimarı şüphesiz Kloop. Bir röportajında ben şansa inanmam çalışmaya inanırım diyen Kloop bir zamanlar sıradan oyuncular olan Mane, Lewandowski, İlkay, Salah, Arnold, Robertson, Firmino'yu dünya starı haline getirdi. Elinde dünya starı olmayı bekleyen yeni oyuncular olduğuna eminim.
- EuroBasket'de Final Günü Heyecanı
Değerli Linesman okurları, EuroBasket 2022 final karşılaşmasını ele alacağımız yazımıza hoş geldiniz. 18 günlük keyif verici serüven dün itibariyle sona erdi. Bu 18 günde basketbola dair birçok şeyi yaşadığımızı söylemeliyim. Son saniyede kazanılan, kaybedilen maçlar, sürpriz galibiyetler, çeşitli hakem hataları, beklenilmeyen oyunculardan üst düzey performanslar, koçların ilginç tercihleri, hayal kırıklıkları… Evet, sevgili okurlarımız tüm bunların sonunda “İspanya - Fransa” finali ortaya çıktı. Gelin, hiç vakit kaybetmeden değerli finalin analizine başlayalım. İki basketbol ekolünün karşı karşıya geldiği finali, İspanya 88-76’lık net skorla kupaya uzanan taraf oldu. İspanya’nın bu turnuva özelinde hikayesi, Scariolo’nun “Herkes bizim madalya mücadelesinden uzak kalacağımızı düşünüyor. Tek yapmamız gereken madalya mücadelesine yaklaşmak için çalışmak ve sonrasında da rekabetin bizi nereye götüreceğini görmek.” sözleriyle başladı. Birçok otoritenin, onları geride görmesi İspanyolların ekstra itici gücü oldu. Şampiyonluğun alınması da verilebilecek en güzel mesaj niteliğinde. İlk maçtan son maça kadar disiplini, tedbiri elden bırakmayan bir ekip seyrettik. Bu maç özelinde de aynı durum devamlılık gösterdi. Maçın başından itibaren kontrol İspanya'daydı. Fransa, 2. çeyreğin sonunda ve 3. periyodun başında reaksiyon gösterse de yetersiz kaldı. Juancho Hernangomez ve Brown tekrardan devreye girince de maçın kopması daha da kolaylaştı. Özellikle Juancho’nun dış şut performansıyla beraber bulduğu 27 sayı, belirleyici roldeydi. Olağanüstü şut verimliği gösterdi. Üçlüklerini maçın her noktasında bulması, Fransa adına can sıkıcı bir durum haline geldi. Juancho Hernangomez, “Bo Cruz” kimliğine büründü demek pek de yanlış sayılmaz. Öte yandan Willy Hernangomez’in Gobert karşısındaki performansını çok beğendim. Gobert gibi dev bir savunmacıyla oldukça başarılı boğuştu. Sertlik seviyesini onun düzeyine kadar getirebildi. Bu durumda, Fransa’nın savunma ayağını bir nebze kitleyen olgu haline geldi. Willy’nin savunma katkısına, 14 sayılık hücum performansı da eklenince onun değeri daha da anlaşılır duruma geliyor. Gasol kardeşlerin başlattığı “ekolü” Hernangomez kardeşler devam ettirdi. Basketbola böyle hikayelerin eşlik etmesi de oyunu güzelleştiren ve anlamlı kılan başka bir faktör. Umarım bu iki kardeşin turnuva dominasyonlarını izlemeye devam ederiz. Turnuvanın flaş ismi Lorenzo Brown finalde de şovuna devam etti. Ekseriyetle bire bir savunmaya karşı gösterdiği performans dikkat çekiciydi. Savunmasını çok rahat ekarte edip potaya uzandığını birçok kez gördük. Ne Albicy ne Heurtel ne de pota altı savunmasındaki Gobert onu durduramadı. Öte yandan 11 asistle de maça damga vurmayı başardı. Skorer ve asistçi yönünü parlatıp Hernangomez kardeşlere eşlik ederek şampiyonluğun mimarlarından birisi oldu. İspanyollar top kaybından ürettiği sayılarla, top çalmalarıyla, bench katkılarıyla ve dış şut verimlilikleriyle bir adım önde olmayı başardı. Alberto Diaz’ın topa baskısı arka alanda da savunmayı rahatlatan başka bir faktör oldu. Bunlarla birlikte Fransa’nın dört etkende de geride olması onların kalitesine de yakışmadı. Finale yakışır tarzda mücadele edemediler. Haliyle seyir zevki bir nebze aşağıda kaldı. Gerçek bir top yönlendiriciyi mumla aradılar ve Gobert’i bir türlü devreye sokamadılar. Dolasıyla gümüş madalyayla ülkelerine döndüler. Evet sevgili okurlar, yazının başında da belirttiğim gibi zaman zaman sorunlar olsa da güzel bir 18 gün geçirdik diyebiliriz sanırım. Bizde Linesman ailesi olarak her gün yazılarımız ile size turnuvayı aktarmaya çalıştık. Çok güzel geri dönüşler aldık. Zaman ayırıp bizimle olan herkese çok teşekkür ederiz, bir başka turnuvada görüşmek üzere. Linesman'le kalın!
- Gümbür Gümbür Alcaraz
2021 sonu itibariyle Roland Garros turnuvalarının, turnuva özelinde anlamlı olmasından çok; son dönemde 2'li rekabetin nasıl sonuçlanacağı merak konusu uyandırıyor. 2'li rekabetten kastımız tabiki Nadal, Djokovic Grand Slam sayısı rekabeti. Sonucu önceden belli olsa da Djokovic'in aşısızlıktan ötürü katılım durumu negatif sonuçlanınca, Rafael Nadal turnuvaya bir adım önde başlıyordu tabiri caizse. Üstelik son dönemde Novak'ın kalesi olarak nitelendirilen Amerika'da. Nadal'da ise tek hatta en büyük sorun karın sakatlığıydı. Nadal Wimbledon'da destansı Fritz galibiyetinden sonra çekilmek zorunda kaldığından beri gözünü bu Grand Slam'e dikmişti. Ancak seviyeler yükseliyor, neredeyse her geçen gün yeni bir yıldız yükseliyor, kısaca zorluk faktörü çoğalıyordu. Açıkçası bu turnuva öncesi Medvedev, Alcaraz, Nadal ve diğerleri şeklinde gidiyordu favori sıralaması. Ancak bu isimlerin ardında azımsanmayacak isim listesi o kadar çoktu ki... İlk turda Tsitsipas ve belki de Dominic Thiem'in elenmesi, ikinci turda ise Auger Aliassime ve Hurkacz'ın elenmesi turnuvanın çok sert geçeceğini kanıtlıyordu. Nadal ise belki de Grand Slam geleneğini yapıyor ve ilk turlarda ilk seti kaybederek maçı 3-1'le geçiyordu. Bu turlarda diğer maçlar daha beklenilen doğrultuda geçiyordu ancak turnuvanın getirdiği enerji bir şeylerin ters geçebileceğini gösteriyordu. 4. turda ilginç iki isim karşı karşıya geliyordu, Nick Kyrgios ve Medvedev. Kyrgios bu maçı 3-1'le geçiyordu ve görece bir sürprize daha imza atıyordu. 3. sette yaptığı bir vuruş ise turnuvanın imza anlarından biri oldu. Karşı sahaya geçip, üstelik dışarıya çıkan bir topta backhand ile winner aldığını 'zannediyordu'. Üstelik bunu servis kırma puanında Medvedev gibi bir oyuncuya karşı yaptı. Ancak kuralları bilmediğini itiraf etmek durumunda kalmıştı Avustralya'lı raket. Çünkü rakip sahada temas, tenis kurallarına göre maalesef mümkün değil. Bunu profesyonel seviyede bilmemek ise sizi Nick Kyrgios yapabilen bir etken. Bu turda Nadal'da Tiafoe'ye eleniyordu. Tiafoe çok güçlü servislerle, Rafa ise zayıf oyunu ve karşı koyamamasıyla dikkat çekiyordu bu maçta. Çeyrek finale girerken iki büyük favorinin elenmesi, turnuvanın gazı kaçmış bir balona dönmesine neden oluyordu. Çeyrekte en büyük maç Sinner-Alcaraz maçı oldu. Karşılığını da verdi 2 oyuncu. 5 saat 18 dakika ile inanılmaz bir tenis zevki vardı sahada ve kazanan 3-2 ile Alcaraz oluyordu. Bu turda Casper Ruud-Berrettini maçını Ruud 3-0'la geçiyordu. Sürpriz beklentisi vardı bu turda ve karşılığını da alıyordu tenis severler. Khachanov, Kyrgios'u 3-2'le saf dışı bıraktı ve içinden çıkılmaz maçlara gebe oluyordu Amerika. Yarı finalde Alcaraz Tiafoe'yi, Ruud Khachanov'u geçiyordu ve artık finaldeyiz. Sürprizlerle geçen ilginç bir turnuvanın sonuna gelmiştik. Son 20 yılda Nadal, Djokovic, Federer'den en az birinin olmadığı az sayıda finalden birindeydik. Teelvizyon ratingleri de bunu gösteriyordu aslında. Modern dönemin en az izlenen finallerinden biri olmuştu Ruud-Alcaraz maçı. Ruud toprakta müthiş işler başarıp üzerine koyarak gelmişti buralara. Alcaraz ise daha az şaşırılan bir isimdi aslında. Henüz 19 yaşında olmasına rağmen bu turnuvada birkaç favoriden biriydi. Üstelik inanılmazdan da öte bir sezon oynuyordu. Açıkçası Sinner maçı kadar da zorlanmadı finalde 6-4, 2-6, 7-6 ve 6-3'le maçı 3-1'le geçip şampiyon oluyordu ve ilk Grand Slam'ini kazanıyordu. Ayrıca bu galibiyet ona, en genç Dünya 1 numarası olan raket ünvanını kazandırıyordu. Alcaraz'ın bir yerlerde bu patlamayı yapacağı barizdi. Henüz 2.5 yıl önce İstanbul'da Challenger turnuvalarında sıska fiziğiyle görünen İspanyol raket fiziği ve oyununu inanılmaz geliştirdi ve buralara geldi. Federer'in bıraktığı, Nadal'ın bırakma arifesinde olduğu, Djokovic'in ise turnuvaya katılım engeli yaşadığı son dönemlerde üzerine koyarak geliyor. Bu başlangıç devam edeceğinin de sinyali olacaktır.
- Filenin Efeleri ve Nedim Özbey Konusu
26 Ağustos - 11 Eylül 2022 tarihlerinde Polonya ve Slovenya’nın ev sahipliğinde düzenlenen 2022 FIVB Dünya Şampiyonası’nda mücadele eden A Milli Erkek Voleybol takımımızın performansını bir hatırlayalım. Filenin Efeleri, 24 sene sonra katıldığı FIVB Dünya Voleybol Şampiyonası’nda grubunda oynadığı ilk maçında Çin’i çok iyi bir oyunla, setleri 25-15, 25-19, 25-14 alarak 3-0 mağlup etti. İkinci maçta ise ilk maçın tam aksine bir oyun ve skor vardı. Millilerimiz İtalya karşısında sahadan 3-0 mağlup ayrıldı. Gruptaki üçüncü maçta ise kazanan takım grubu 2. sırada tamamlayarak adını son 16'ya yazdıracaktı. Rakip Kanada'yı 25-23, 25-23 ve 25-17’lik setlerle 3-0 mağlup etmeyi başaran Ay-yıldızlılarımız son 16 turuna kalıyordu. Millilerimiz bu sonuçla aynı zamanda önümüzdeki yıl düzenlenecek 2024 Paris Olimpiyat Oyunları elemelerine katılma hakkını da elde etti. Polonya’nın Gliwice kentindeki son 16 turundaki rakibimiz ABD oldu. Filenin Efeleri, ABD’ye karşı setlerde 25-21, 25-17 ile 2-0 geri düşmesine rağmen, müthiş bir geri dönüş ile sonraki iki seti 22-25, 19-25 alarak skoru 2-2’ye getirdi ama karar setini 15-12 kaybederek turnuvaya veda etti. 1998 yılından sonra ilk kez yer aldığımız bu şampiyonada genel kanı potansiyelimizin altında kaldığımız yönünde. Turnuva öncesinde de ciddi şekilde eleştirilen Nedim Özbey'in, turnuva sonrasında da fazlasıyla eleştirilir duruma geldiğini söylememiz gerekir. Özellikle medyada Nedim Özbey yerine daha iyi bir isimle devam edilmesi yönünde yoğun bir baskı var. Nedim Özbey hakkında Voleybol Federasyonu Başkanı Mehmet Akif Üstündağ, '4Bir4Bir' kanalına verdiği röportajda şunları söyledi: "Eleştiriler olabilir, oldu da. Hatta eleştirilere cevap da verildi. Mesela Nedim Hoca'nın karşı sitem etmesini falan doğru bulmadım açıkçası, gerek yok. O anki maçın heyecanına bırakıyorum. Henüz nasıl bir karar alıp da nasıl bir yol haritası izleyeceğimizin adını koymadık. Ben burada fikrimi söylersem de ekibimi yönlendirmiş olurum. O da hoş olmaz, şeffaf yönetimde oturur her şeyi konuşuruz."
- Şampiyon Olup Ertesi Sezon Küme Düşen Ekipler
Ülkenin en üst seviye liginde şampiyon olup ertesi sezon küme düşmek... İnanması zor olsa da tarihte bunu başarmış takımlar var. Bunlardan bazılarını sizler için derledik. Keyifli okumalar! Manchester City Manchester City, 1936/37 sezonunu Charlton Athletic'in 3 puan önünde 57 puan ile şampiyon tamamladı. O sezon FA Cup'ta ise çeyrek finalde Millwall'a elendiler. City'de sezonun en golcü oyuncusu ise 30 gol ile Peter Doherty olmuştu. Fakat ertesi sezon City, 22 takımlı ligi 36 puan ile 21. sırada tamamladı ve küme düştü. O sezon Peter Doherty 26 gol ile yine takımın en golcü ismi oldu fakat Doherty'nin bu performansı City'i kümede tutmaya yetmedi. Nürnberg İkinci örnek ise Almanya'dan. Nürnberg, 1967/68 sezonunu Werder Bremen'in 3 puan önünde şampiyon olarak tamamladı ve böylece dokuzuncu şampiyonluğunu kazandı. Franz Brungs attığı 25 golle o sezon Nürnberg'in en golcü oyuncusuydu. Ertesi sezon ise Nürnberg 34 maçta 29 puan toplayarak 17. oldu ve küme düştü. Gerd Müller önderliğindeki Bayern Münih ise o sezonu şampiyon tamamladı ve 1932'den sonra ikinci şampiyonluğunu elde etti. Bayern yeni başlayacak on yıla Müller ile beraber damgasını vuracaktı. Herfolge BK Bir diğer örneğimiz ise Danimarka'dan. Herfolge BK, 33 haftada topladığı 56 puanla büyük bir sürprize imza atarak milenyum sezonunda Danimarka şampiyonu oldu. Bu şampiyonluk 1921 yılında kurulan kulübün en büyük başarısı olmuştu. Rüya gibi geçen sezonun ardından ertesi yıl takım, 33 maçta 30 puan toplayarak 12 takımlı ligi 11. sırada tamamladı ve küme düştü. Herfolge o sezon tarihinde ilk kez Şampiyonlar Ligi'nde de boy gösterdi. Üçüncü turda Rangers ile karşılaşan ekip toplan 6-0'lık sonuç ile elendi. Bu tarihten sonra mali olarak sıkıntılı bir dönem geçiren takım birçok kez kapanma tehlikesi yaşadı. Kulüp 2009 yılında Køge Boldklub ile birleşme kararı aldı ve bu birleşme sonucunda HB Koge kulübü kuruldu. FK Vardar 2019/20'de Makedonya 1. Ligi'ni şampiyon olarak tamamlayan FK Vardar, bir sonraki sezon bitime 1 hafta kala FC Struga'ya deplasmanda 1-0 yenildi. Böylece Kuzey Makedonya'nın en başarılı ekiplerinden FK Vardar küme düşmüş oldu. Hala daha 2. Lig'de yer alıyorlar. İtalya'da Juventus ve Milan'da benzer durumları yaşadılar, fakat şike ile ilintili olarak ligden düşürüldükleri için onları bu flooda dahil etmedim.
- Olağan Olmayan Şüpheli: 2011/12 Montpellier
Avrupa futbolunu biraz olsun yakından takip eden bir izleyiciye “Bu sene sürpriz şampiyon çıkar mı?” diye sorsak ilk bakacağı yer mutlaka Fransa olacaktır. Ligue 1’de beklenmeyen şampiyonlukların yaşandığı hikayeler klişe statüsüne gelmek üzere olsa da, 2011-2012 sezonunda yaşananlar biraz daha imkansıza yakın gibi. Son dönemdeki PSG ve daha öncesindeki Lyon dominasyonları aslında yukarıda yazdığımız cümleleri biraz boşa düşürse de Ligue 1 sürpriz şampiyonlar konusunda daha şöhretli. Beş büyük ligde bu hikayeler çok daha az, adı üzerinde sürpriz, her zaman olsa böyle adlandıramazdık. Yine böyle bir yılda, Bordeaux ve Nantes şampiyonlukları hala hafızalarda tazeyken, Lille 2010-11 sezonunu hatrı sayılır bir puan ve oyun farkı ile şampiyon bitiriyordu. Lyon ve Marsilya’nın çok kaliteli kadroları olsa da, Lille’de önde kurulan Hazard-Sow-Gervinho hattı, ortada Mavuba-Balmont-Cabaye-Gueye rotasyonunu şimdi düşününce “aslında mantıklı” diyebiliyoruz bu şampiyonluğa. Sonrasında Rudi Garcia’nın aranan bir teknik adam olması, bahsedilen oyunculara toplamda verilen yüzlerce milyon euro transfer bedelleri savımızı destekler nitelikte. Ancak yazımıza konu hikayemiz daha burada başlamıyor. Lille’in ipi nasıl göğüslediği, Lisandro Lopez-Bafetimbi Gomis’li Lyon’un nasıl üçüncü olduğu konuşulurken hiç ama hiç dikkat çekmeyen bir takım var, sezonun 14.sü Montpellier. Güney Fransa’da Akdeniz kıyısındaki güzel şehrin takımı Montpellier, 2010-11 sezonunu 14. ve düşen Monaco’dan sadece 3 puan yukarıda bitiriyordu. Takımın başındaki Rene Girard ya kadrosunu yeterli gördü ya da bütçe yoktu bilinmez, takımda pek de takviyeye ihtiyaç duyulmadı. Düşen Lens’dan sol bek Henri Bedimo, o dönem 34 yaşında olan ancak şu an Avrupa futbolunu takip eden genç arkadaşlarımızın bile kramponla gördüğü veteran stoper Hilton takıma katıldı. Tabi bu hamleler de dikkat çekmekten uzaktı çünkü başkentte, aşkın şehri Paris’te değişik şeyler oluyordu. 2011 yılının Haziran ayında, Katar Emiri Tamim bin Amad Al Thani, yatırımcısı olduğu Qatar Sports Investment şirketi adına Paris Saint Germain’in %70 hissesini satın alıyor ve başkan olarak da an itibariyle sokakta görsek selam verecek kadar yüzüne aşina olduğumuz Nasser Al-Khelaifi’yi başkan olarak atıyordu. Tabi ki bu tek bir anlama geliyordu, PARA! Artık PSG’nin bir oyuncuya parasının yetmemesi için tek ihtimal vardı, toprak altındaki fosil yakıtın tükenmesi. Bunun en büyük örneğini de yazımızın konusundan on yıl sonra yaşadık. Tahmin edilebileceği gibi PSG hemen transfer çalışmalarına başladı ve Palermo’dan o dönemin Ligue 1 rekoruyla Javier Pastore, Inter’den Thiago Motta, geçen yılın Ligue 1 gol kralı Kevin Gameiro, Blaise Matuidi, sonrasında yolu ülkemize de düşen Jeremy Menez, Mohamed Sissoko, Chelsea’den Alex, dönemin güncel Şampiyonlar Ligi Şampiyonu Barcelona’dan Maxwell, Milan Bisevac ve Diego Lugano gibi elit ve üst sınıf oyuncularla kadrosunu donattı. Artık diğer Ligue 1 takımlarına pek de şans verilmiyor, kadro kalitesi olarak PSG’nin biraz yanından geçebilecek Lyon’a Gervinho, Rami ve Cabaye’ı kaybetse de Hazard’ın yanına Payet’i koyan geçen yılın şampiyonu Lille’e dahi şampiyonluk adayı gözüyle bakılmıyordu. Derken Ligue 1’de perde açıldı ve Montpellier ilk 10 maçta 6 galibiyet, 2 beraberlik ve 2 yenilgi alıyordu. 2 yenilgi ise o dönem öyle gözükmeyen ancak sonradan direk rakipleri olacak Lyon ve PSG’den alındı. Sezona evinde Lorient yenilgisiyle başlayan PSG'de maratona iyi giriş yapamamıştı, sonrasında da başaltı takımlara puan kaybetti. Tabi ki ilk 10 maç büyük bir gösterge değildi ve Montpellier hala bir şampiyonluk adayı değil sadece fena başlangıç yapmayan bir takımdı. Sonrasında çok iyi bir seri yakalayan Montpellier, aralık ayında ufak bir kriz yaşasa da ikinci 10 maçı da aynı karneyle geçiyordu, 6 galibiyet, 2 beraberlik, 2 yenilgi. Futbolseverler “Acaba?” sorusunu içtenlike sorsa da tecrübeler genelde aksini gösteriyordu. Yakın geçmişte Hoffenheim’in yarattığı heyecan bu ölçekteki takımlarda bir forvet veya kaleci sakatlığının ne kadar büyük bir krize sebep olabileceğini göstermişti. Ancak Montpellier’nin pek de vites düşürmeye niyeti yoktu ve kalan 18 maçta da 2 yenilgi, 3 beraberlik ile sezon sonunda ipi göğüslediler ve bir rüyayı başardılar. Puan kayıplarının çoğu ilk 10 dışında kalan takımlara karşı yaşandı ancak Montpellier’nin de oralarda olmasını beklediğimiz için bu da büyük bir sürpriz değildi sanırım. Türkiye’de popüler bir inanış vardır, her şampiyon olan takımın başarısının yolunun diğer takımların başarısızlığından geçtiği söylenir ve tüm takım taraftarlarınca destek bulur bu düşünce. Peki acaba 2011-12 sezonunda Ligue 1’de bu mu yaşanmıştı? Sayılar pek de öyle söylemiyor. Montpellier’nin maç başına aldığı 2,15 puan oldukça iyi. Son 10 yılda sadece 2005-06 sezonunda Lyon 84 puanla Montpellier’den iki puan fazla toplayarak şampiyon oldu. Olivier Giroud sezonu PSG’den Nene ile aynı sayıda gol (21) atarak bitirmesine rağmen açık oyunda daha fazla gol attığı için krallık tacının sahibi oldu. Ligde en az golü yiyen iki takımdan biri oldu ve +34 averaj yakaladı. PSG ise sezon boyunca; 12 yeni transferin uyumu, yılbaşında gelen teknik direktör değişikliği ve düşme hattına yakın rakiplere yapılan puan kayıpları gibi olgularla baş etti. Sonuç olarak; şampiyonluk PSG’nin “kötülüğü” neticesinde değil, inanılmaz bir istikrar, güzel oyun ve uyumlu bir kadro ile geldi ve tabi ki sezonu 21 gol 12 asist ile tamamlayan Olivier Giroud sayesinde. Şampiyonluğun imkansızlık seviyesini anlamak için ufak bir “Şimdi Neredeler?” bölümü de yapmak lazım aslında. Kaleci Jourdren, 2017’ye kadar takımda kaldı ve ardından bir sezonluk Nancy macerası sonunda futbolu bıraktı. Sağ bek Garry Bocaly, alt liglerde kayboldu ve erkenden futbolu bıraktı. Hilton, 40 yaşını Montpellier forması ve ayağında kramponlarıyla devirdi. Yanga Mbiwa, iyi bir bedelle Newcastle’a transfer oldu ama hiç şampiyonluk senesindeki seviyeye çıkamadı. Bedimo, performansıyla Fransa’nın iki büyüğü Lyon ve Marsilya’da kendine forma buldu. Belhanda, ilk başta soğuk Ukrayna’ya, oradan Schalke’ye oradan da ülkemize geldi. Stambouli, Tottenham ve PSG için iyi bir rotasyon oyuncusu oldu, Schalke sonrası ülkemize gelenler kervanına katıldı. Cabella, bir süre Newcastle-Marsilya arasında mekik dokuduktan sonra her sene takım değiştiren bir oyuncu haline geldi. Utaka, Sivas soğuğu sonrası bir Mısır sıcağı yaşadı ve kariyerini noktaladı. Ait Fana, kimi zaman kulüpsüz kimi zaman alt liglerde kaldı. Olivier Giroud, sırasıyla; Arsenal, Chelsea ve an itibariyle de Milan için ter dökmekte. Hepsinden önemlisi, takımın o dönemki patronu Rene Girard ise şampiyonluk ertesi sezonu 9. bitirdiği Montpellier’den 2013’te ayrıldı. Ardından gelen Lille macerasını ise maç başı 1,58 puan ortalaması ile kapattı ve bir daha pek de ismini duymadık. Dipnot olarak Hasan Kabze’nin de şampiyonluk kupasınının ucundan tutanlardan olduğunu da belirtelim. Kişisel fikrim çerçevesinde, beklenmedik ve sürpriz kategorisinde; Montpellier’nin başarısını, Yunanistan ve Leicester City’nin kazandığı şampiyonlukların önüne koyuyorum. Biri eliminasyon içeren bir turnuva olmasından diğeri de Leicester’ın genel kalitesinin kendi ligi genelinde daha yukarıda olmasından. Montpellier’nin şampiyonluğu sonrası o kadrodan elit seviyede futbol oynayabilen sadece Giroud kaldı ve devam ediyor. Ancak Leicester’ın Premier League’in tüm ihtişamına rağmen iyi bir yatırımcısı, tecrübeli, başarıya aç ve mental yönden çok çok güçlü oyuncuları bir araya getiren bir kadrosu ve çok kişi beğenmese de Ranieri’si vardı. Montpellier’de ise şampiyonluk öncesi yıl gol krallığında ilk 10’da dahi olmayan ancak o sezon patlama yapıp elit seviyeye çıkan ve orada kalan Giroud ve birbiri ile uyumlu bir oyuncu grubundan başka bir şey yoktu. Buna rağmen 82 puan aldılar, ocak ayında PSG’nin başına gelen belki de tarihin en büyük winnerı olan Carlo Ancelotti’ye karşı da ligin son 10 haftasını lider geçtiler. Sürprizlerin ligi Ligue 1’de artık eskisi kadar olağan olmayan şüpheliye yer yok. Bu sürpriz şampiyonluk sonrası PSG’nin hakimiyetini iki takım kırabildi; biri Kylian Mbappe’nin sürüklediği dinamik Monaco, diğeri ise Galtier’nin inşa ettiği Lille. Sanırım andığımız iki ismin de şu an PSG arması altında olması artık sürpriz istenmediğinin de bir kanıtı.
- Erdem Konyar Röportajı
Herkese merhabalar. Güzel bir röportajla daha sizlerle beraberiz. Yıllarca İngiltere League Two'da bulunan Crawley Town kulübünde üst düzey yöneticilik yapan sevgili Erdem Konyar ile bir röportaj gerçekleştirdik. Değerli vaktini bize ayırdığı için kendisine çok teşekkür ederiz. Uzatmadan sizleri röportaj ile baş başa bırakıyorum. Herkese keyifli okumalar! 1) İnsanların sizi daha iyi tanıyabilmesi için bize kendinizden bahsedebilir misiniz? Merhaba, ismim Erdem Konyar. 13 yıldır futbol sektörü içerisindeyim. 7 yıl boyunca menajerlik görevi yaptım, 6 yılda yöneticilik yaptım. Şu anda kulüp danışmanlığı ve menajerlik ile ilgileniyorum. İngiltere serüvenim 2016 Ocak’ta başladı, kulübü sevgili Ziya Eren'in önderliğinde satın aldık. Ziya başkanın kendi emekleri maddi, manevi anlamda çok büyük. Büyük bir başkanlık örneği gösterdi bir Türk iş adamı olarak. Bizim çabalarımızın yanında onunda gerçekten büyük emeği var. Kulüpte başkan vekili, CEO ve sportif direktörlük görevlerini üstlendim. İyi sonuçlarda aldık, güzel bir macera oldu bizim için. 2) Genel olarak Crawley Town günleriniz nasıl geçti? Genel olarak yoğundu. İdmanlar, taktiksel analizler, kulüp operasyonları, zaman zaman uzun deplasmanlar… Yoğun geçen günlerdi ama her günün ayrı bir güzelliği vardı. 3) Uzun yıllar kulüpteydiniz. Hedeflediğiniz başarılara ulaştınız mı? Açıkçası başarılı olduğumuzu söyleyebilirim. 125 yıllık tarihi olan kulübe en başarılı günlerini yaşattık. Düşme riski yaşamadık, sürekli play-off potası etrafındaydık. League One’a çıkmak istedik ama olmadı. Kupalarda iki Premier League takımı olan Norwich City ve Leeds United’ı eledik. Transferler anlamında güzel bir maddi alan yaratık. Kulüp maddi anlamda pozitifti. Başarılı bir 6 yıldı. 4) Gelecek yıllarda farklı takımlarda görev almak gibi bir hedefiniz var mı? Açıkçası şimdilik bunu düşünmüyorum. Yakın bir tarihte kızlarım oldu, ailemle vakit geçirmek istiyorum. Kulüp yöneticiliğinde inanılmaz vakitler harcıyorsunuz ve ben bunu en üst seviyede yaşamış biri olarak bir daha yaşamak ister miyim bilmiyorum ama tekliflere de açığım tabi ki. Güzel projeler ilgi çekici olabilir fakat dediğim gibi şu anda düşünmüyorum. 5) FA Cup 3. turunda Leeds United’ı elemiştiniz. Herkesin konuştuğu şaşırtıcı bir galibiyetti. O maçı biraz anlatabilir misiniz? Benim 13 yıllık futbol kariyerimde kesinlikle en iyi ilk 3 anıma girer. Kulübün 125 yıllık tarihinin de en büyük başarısı şüphesiz. İlk yarı çok çekişmeliydi ve sonuç 0-0’dı. Takım ikinci yarı da inanılmaz bir efor sarf etti ve Leeds’i eledi. Leeds’de neredeyse ilk 11’i ile sahadaydı. Müthiş bir andı benim için. Zaten maç sonu soyunma odasındaki görüntülerimizden ne kadar sevindiğimiz belli oluyor. 6) Bu uzun yıllar içerisinde sizi en çok etkileyen oyuncu kimdi? 6 yılda çok oyuncu geldi, geçti. 33 yaşında bize gelen ve uzun yıllar çalışan Glenn Morris inanılmazdı. Bize oldukça puan kazandırdı. Yaşına rağmen müthiş efor ortaya koyuyordu. Panutche Camara, çok dinamikti. Şu anda Plymouth forması giyiyor ve muhtemelen Championship’e transfer olacak. Şu an Cardiff’te forma giyen Max Watters’da oldukça yetenekliydi ama en etkilendiğim Karlan Grant’dı. West Brom forması giyen forvet oyuncusu tam bir gol makinesi. Premier League’de tam istediğini bulamadı ama zamanla o seviyede de kendini gösterecektir. 7) Uzun yıllar ada futbolu içerisinde yer aldınız. Dikkatinizi ve ilginizi çeken bir takım oldu mu? Brentford, Brighton ve Exeter. Müthiş bir yönetim örneği gerçekten üç kulüpte. Benim ilgilendiğim ve takip ettiğim kulüpler. Aslında çok basit bir yöntemle açığa çıkan gideri kapatıyorlar. Gerçekten ilgi çekici. 8) Uzun zamandır kulübün yöneticileri konumundaydınız. Niçin kulübün el değiştirmesine karar verdiniz? Açıkçası 6 yıl sonrasında kulübü satmak zor oldu bizim için. Kulüp her yıl para kaybediyordu ama biz hep başarılı bir takımdık. Açıkçası ligde kalmak istiyorduk ama bu sezon ligin ne kadar zor geçeceğinin de farkındaydık. E çok çokta iyi bir teklif aldık, bu teklifi reddedemezdik. O sebeple satmaya karar verdik. 9) Premier League’in dünyanın en iyi ligi olduğu söyleniyor. Sizce de öyle mi? Peki ya öyleyse neden ve nasıl en iyi lig? Premier League benim için dünyanın en iyi ligi. Açıkçası maddi anlamda bir numara lig. Ligin orta sıra takımları bile 30-40 milyon Pound gibi paralar harcayabiliyorlar. Bunu İspanya’nın Almanya’nın orta sıra takımları yapamaz. Bu fark oyunu ve kaliteyi geliştiriyor. Bence en iyi lig olmalarının en temel sebepleri bunlar. 10) Kulüp içerisinde her hangi bir olayda ilginç bir anınız var mı? Transfer görüşmeleri olur, takım içi sorunlar olur… Tabi 6 yılda çok anımız oldu. Kötü anılar ile başlayayım. Crewe ve Cambridge deplasmanları bizim düşme şansımız olan deplasmanlardı. Maalesef kötü sonuçlar ile kaybettik. Yeovil deplasmanında alınan bir üç puanımız vardı. O beni mutlu eden anlardan birisiydi ama en mutlu olduğum an tabi ki Leeds’ı elediğimiz mücadele. 11) John Yems özellikle çalıştığı son yıl oldukça fazla eleştirildi. Zaman zaman play-off potasına bile girdi takım. John Yems ile çalışmak nasıldı? Başarılı olduğunu düşünüyor musunuz? Açıkçası abartılacak bir şey yoktu, antrenman da olanları soyunma odasında çözüyorduk. Biz bir aile gibiydik. Tüm menajerler ve çalışanlarla birdik. Güzel bir aile ortamı vardı. Abartıldığı kadar kötü olaylar yaşamadık. 12) Sizce teknik direktörlük mü daha zor bir meslek yoksa kulüp yöneticiliği mi? Bence teknik direktörlük daha zor. Çünkü kim olursa olsun, 6 maç üst üste kaybedersen işini kaybedersin. Bu kadar basit. Oyuncuların ile bir bütün olman lazım, mücadele etmen lazım. Büyük bir sorumluluk oluyor üzerinde. Ama yöneticilik daha kolay. Onun tek kötü yanı istediğin gibi kadro oluşturamıyorsun. Geliri düzenli tutman gerekiyor. Daha arka plandaki işleri düzenlemen gerekiyor.
- Modern Futbola Yön Veren Adam: Arrigo Sacchi
1987 yılında Milan’ın teknik direktörlük pozisyonuna getirildiğinde, “Jokey olmak için öncesinde at olmak gerekmez.” sözleriyle döneminin çok ötesinde bir futbol aklı olduğunu o günden belli etmişti Arrigo Sacchi. Sacchi, 1946 yılında İtalya’nın Revanna ilinde dünyaya geldi. Birçok futbolsever gibi onun da futbola olan aşkı, henüz küçük yaşlarda başlamıştı. Futbolculuk kariyerinin büyük bir kısmını, yaşadığı bölgenin yerel kulüplerinden olan Fusigano Calcio’da geçirdi ancak bu tutkusunu, amatör seviyeden öteye taşıyamadı. Sacchi, bu süre zarfında babasının fabrikasında ayakkabı satıcısı olarak çalıştı. 26 yaşına geldiğinde futbolda bir üst seviyeye geçmek için Baracca Calcio kulübüne transfer oldu, ancak oyuncu olarak değil. Böylece Sacchi’nin futbolculuk kariyeri sona ermiş, antrenörlük kariyeri oldukça erken bir yaşta başlamış oldu. Sacchi, küçüklüğünden beri futbolun taktiksel tarafıyla ilgilenen ve kafa yoran biriydi. 1950’li yıllara damga vuran efsane Real Madrid takımının maçlarını sıklıkla takip etmeye çalışırdı. Rinuls Michels’in yönetiminde “Total Futbol” akımını ortaya atan 1970’lerin Hollanda Milli Takımı, Sacchi için bir aydınlanmaydı. İtalyan antrenör, İtalya’daki “Catenaccio” anlayışının aksine aynı Rinus Michels’in takımı gibi futbolun hücum tarafıyla ilgileniyordu. Sacchi, Baracca Calcio takımında bir süre görev aldıktan sonra Bellaira takımında antrenörlük kariyerine devam etti. Basamakları hızla tırmanan Sacchi, takvimler 1979 yılını gösterdiğinde Serie B’de mücadele eden Cesena’ya akademi antrenörü pozisyonuna getirildi. Sacchi, bu esnada babasının fabrikasında yönetici olarak çalışmaya devam ediyordu fakat Cesena, ona teklif yaptığında bir karar vermesi gerekiyordu: Ayakkabı sektörü ya da futbol. Sacchi, hayallerinin peşinden koşmaya kararlıydı ve futbolu seçti. Bir süre sonra Sacchi, Serie C1 ekiplerinden Rimini’nin teknik direktörü oldu ve o sezon, ligi kazanmaya çok yaklaştı. Tüm bu gösterdikleri, İtalya’nın köklü kulüplerinden Fiorentina’da genç takım antrenörü olması için yeterli olmuştu. Sacchi, Fiorentina’da geçirdiği kısa sürenin ardından Parma’nın teknik direktörü oldu. Orada oynattığı inanılmaz yoğunluktaki ve tempodaki futbol, Milan’ın sahibi Silvio Berlusconi’yi bir hayli etkilemişti. Arrigo Sacchi, 1987 yılında Milan’ın teknik direktörlük pozisyonuna getirildi. Artık İtalyan futbolunun en üst seviyesine gelmişti. Milan, Sacchi döneminin öncesinde başarısız bir dönemden geçiyordu. Son 20 yılda Serie A’yı yalnızca 1 kez kazanma başarısı gösterebilmişlerdi. Takım kadrosu kaliteliydi ancak istenilen performansın altında kalmışlardı. Sachhi’nin ilk yaptığı şey ise bu yetenekli oyuncu grubunu, motive etmek oldu. Milan ile çıktığı ilk antrenmanda, “Ben Fusigano’dan gelmiş olabilirim ama siz bugüne kadar ne kazandınız?” sözlerini söylemişti. Milan’ın başındaki ilk sezonunda son 20 yılda 1 kez kazanılan Serie A’yı, kulübün müzesine götürmeyi başarmıştı. Üstüne üstlük 2 Avrupa Kupası (dönemin Şampiyonlar Ligi) kazanma başarısı da göstermişti. Sacchi, kazandığı kupaların yanı sıra İtalyan futbolunun seyirini değiştirmişti. Onun önceliği, izleyenlerin oynanan futboldan zevk almasıydı. “Eğer tarihe geçmek istiyorsanız, yalnızca kazanmak yeterli değildir; aynı zamanda izleyicileri eğlendirmelisiniz.” sözleri de İtalyan teknik adama ait. Arrigo Sacchi, oldukça başarılı geçen dönemin ardından 1991 yılında Milan’dan ayrıldı ve İtalya Milli Takımı’nda görev almaya başladı. 1994 Dünya Kupası’nda ülkesini, finale kadar çıkarmayı başardı ancak finalde Brezilya’ya penaltı atışlarında mağlup oldu. Sacchi’nin performansı, İtalya Futbol Federasyonu’nu memnun etmemiş olacak ki Euro 96’nın elemelerinin oynandığı dönemde Sacchi ile yollar ayrıldı. Milli Takım tecrübesinden sonra tekrardan eski takımı Milan’a dönen Sacchi, ilk döneminde gösterdiği başarıları tekrarlayamadı. İtalyan teknik adam, 2001 yılında rotasını İspanya’ya çevirdi ve Atletico Madrid ancak orada da pek uzun kalamadı ve üst seviyeye çıkmasını sağlayan kulüp olan Parma’ya geri döndü. O dönem yaşadığı hastalıklar, Sacchi’nin teknik direktörlüğü bırakmasını ve yönetici rolünde kariyerine devam etmesine sebep olmuştu. Arrigo Sacchi’nin Felsefesi ve Taktikleri Arrigo Sacchi’nin oyunu yüksek tempoya ve yoğunluğa dayanıyordu. Savunmanın en ileriden başladığını düşünen İtalyan hoca, 4-4-2 dizilişini kullanıyor ve rakibin geriden oyun kurulumunda forvet ikilisi ile rakip stoperlerle 2v2 eşleşerek oyun kurulumunu engellemeye çalışıyordu. Aynı zamanda Sacchi’nin takımları, yüksek yoğunlukla pres yapıyordu. Topsuz oyunda kompakt pozisyon alıyor, takım boyunu kısa tutarak, rakibi dar alana hapsetmeyi ve orada topu geri kazanmayı hedefliyordu. Yapılan pres, alan savunması odaklıydı; çift forvetin oluşturduğu ilk hatın kırılması durumunda dörtlü ikinci hat devreye giriyor ve orta blok presine geçiş yapıyorlardı. Aynı zamanda pres esansında bekleri merkeze, orta sahaları ise ileri gönderiyor; böylece merkezi tamamen kapatıp, rakibi kanatlara yönlendiriyordu. Karşılama planındaki öncelik, rakibin pas opsiyonlarını ve pas açılarını kapatmak; yani alan odaklı pres yapmaktı. Geriden oyun kurulumunda stoperlerin ve orta sahaların rolü kritikti. Stoperler, rakibin baskı yapması için bir çeşit tuzak uyguluyordu, bu esnada çift pivottaki oyuncular derine gelerek stoperlere yaklaşıyor, rakibi üstüne çekiyordu. Orta sahaların defans hattına yaklaşmasıyla dörtlüye dönen hücum hattı, bloklar arasındaki mesafeyi arttırıyor ve rakip baskısından çıkılarak geçiş yapılmasına olanak sağlıyordu. Eğer rakipleri pres yapıyorsa, sol bek Maldini ya da stoper Baresi uzun topa başvuruyor, direkt oyun anlayışını benimsemelerine sebep oluyordu. Bu şekilde rakibin baskısını da tehlikeli bölgelerde top kaybı yapmadan kırmış oluyorlardı. Toplu oyunda rakip yarı sahaya yerleşildiğinde kanat oyuncuları, içeri doğru giriyor ve iç koridorlara diyagonal koşular atıyordu. Böylece çizgilerde bek oyuncularına geniş bir alan açmış, rakip bek oyuncusunu da kendisiyle birlikte içeri sokmuş oluyorlardı. 3. bölgeye yerleşildiğinde ise savunma hattı oldukça ileride kuruluyor, kanat ve beklerin aksiyonlarıyla 2-2-6 dizilişine geçiş yapılıyordu. Belki çok uzun, başarılarla geçen bir kariyeri olmadı ancak Arrigo Sacchi, günümüzde yani 40 yıl sonra bile futbolu etkilemeye, yeni nesil teknik direktörlere ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Günümüzde özellikle “Alman okulu” ile özdeşleşen pres oyunu Rinus Michels ile ortaya çıkmış, Arrigo Sacchi ile gelişmişti ve günümüzdeki son halini almıştı. Catenaccio gibi son derece defansif bir oyuncunu trend olduğu ülkede yüksekte kurulan savunma hattıyla pres oyunu oynatması, Sacchi’nin döneminin ne kadar ilerisinde bir futbol aklı olduğunu gösteriyordu.